OSMAN AMCA
HUZURDAN YOKSUN BİR ADAM
O, 73 yaşında evli bir adam. Lakin tam elli yıldır bekâr hayatı yaşıyor. Ne karısından boşanabilmiş, ne de karısıyla bir arada oturmuş. Fakat kazandığını hep karısına vermiş, parasının hayrını hiç görmemiş. Hayatı kalabalıklar arasında yalnız olarak geçmiş. Ne gülmüş, ne de birini güldürebilmiş.
Herkesin hayatı bir romandır derler ya, Osman Uysal'ın hayatı trajik bir roman. Sonu belirsiz elbet, ama o: “Benim sonum bir gün bir taşa takılıp noktalanacak” diyor. Bu yüzden daha sağlığında mezar yerini almış ve mermerden yaptırmış, içine gireceği günü de aslında iple çekiyor. Bezmiş yaşamdan, hem de öylesine bezmiş ki, “mutlu son bir an önce gelse” diye umutla Azrail’in geleceği günü bekliyor. Hayata dair tek umudu ölüm artık onun için, yaşama dair bir kırıntı kadar bile umut kalmamış. Onun için ölüm, romanın mutlu sonu.
Osman Uysal'ı ilimin valiliğinde tanıdım. Oradan oraya koşuşturup duruyordu, henüz hayatta olduğunu belgelemeye çalışıyordu. Biraz tuhaf değil mi? Sapasağlamken, ölümü hemen gelsin diye bekleyen bir adamın, hayatta oluşunu belgelemeye uğraşması biraz düşündürücü,akıl karıştırıcı...
Osman Uysal'ın hayatı hazan rüzgarı gibi dokunaklı, Lodos rüzgarı gibi şaşırtıcı.
Bizim yöredeki köylerden birinden kendisi. Atatürk'e akraba sayılacak derecede benzerliği var. Sarışın ve uzun boylu, aynı zamanda nazik bir beyefendi...
1965 yılında sırım gibi bir delikanlıyken ve köyünden başka illerde yaşamayı düşlerken, aile büyüklerinin kararıyla aynı yerden, uzak akraba bir kızla zoraki evlendirilir. Karısı avrat kadındır, her işte hünerlidir hünerli olmasına da; pek fazla kendi anasına düşkün, kocasına itaatsiz, çok konuşan, kaynanasına diklenen bir gelindir. Zaten aklı diğer şehirlerde olan ve ailesinin rızasıyla, gönülsüz evlenen Osman Uysal, bu durumdan rahatsız olur. Kadınının hiç kapanmayan çenesini bahane eder, alır başını köyünden gider. Köyünün vilayeti şehre gelir.
O yıllarda bir yakınının yardımıyla şehrin devlet hastanesinde iş bulur. Kendini sevdirmek ve şehre uyum sağlamak için var gücüyle çalışır. Bu sırada köyünden haber gelir.“Karın doğurdu, bir kızın oldu” denilmektedir haberde. Atlar bir araca köyüne gider, bir süre kalır. Erkek evlat düşlerken kız babası olduğuna alışmaya çalışır. Karısı değişmemiştir, hatta daha dırdırcı, daha çekilmez olmuştur. Sonra tekrar şehre döner işinin başına, bir süre sonra bir kızı daha olduğunu öğrenir, onu görmeye gidip döndüğünde bir kızı daha olur. Üç defa karısını görmekle üç kız çocuğu sahibi olmuştur Osman Uysal. Üçüncü kızı zihinsel özürlü doğmuştur. Alır hastaneye götürür doktorlar iyileştirsin diye. Çocuk mütehassısı Dr. Muayene sonrası derki: “Ne yazık ki, genlerle ilgili bir sorun bu. Tedavi edilemez, bu çocuk böyle yaşamaya mahkûm. Akıllı ol bir daha çocuk sahibi olma."
Engelli çocuğuyla daha yakından ilgilenmek için, beş yıl çalıştığı devlet hastanesinden ayrılır. Yeni ve daha fazla para kazandıracak bir iş bulmadan önce çocuklarını görmek için önce köyüne uğrar. Bu ziyaretinde karısı tekrar hamile kalmıştır. Bu defa ki çocuğu erkek olarak dünya ya gelir. Ne var ki, o da özürlüdür. Doktorun uyarısını dinlemeyişine hayıflanır. “Ceketi üstüne atsam hamile kalıyor” dediği karısına hepten kahreder, bir daha yüzünü görmemek için köyünden kaçarcasına uzaklaşıp, başka bir ile gider ve orada orman idaresinin ağaç kesme ekibine dâhil olur. Hayatı paralı ama yalnız geçmektedir, akşamları bir can yoldaşına hasretlikle, hayıflanmalarla geçer; geceleri cırcır böceklerinin sesiyle biter.
VE FRANSA’YA GİDER
Bir gün orman idaresi müdürü Fransa’ya gitmekten söz eder. “İçinizde en çalışkan olanları Fransa istiyor. Gitmek isteyen bu fırsatı kaçırmasın” der. Osman Uysal bu teklife balıklama atılır ve beklediğinden daha tez bir sürenin sonunda kendisini Fransa'nın başkenti Paris’te bulur. Derin bir “Ohhh” çeker, karısından ebediyen kurtulduğunu düşünür, sevince bürünür.
Ama ikisi özürlü dört çocuğunu aklından çıkaramaz, onların hasretliği içini burar, bir gün yavrularını da yanına aldırma hayalleri kurar. Paris otogarında iş vermişlerdir Fransızlar Osman Uysal'a. Türkiye şartlarına göre de çok yüklüce maaş almaktadır. Artı kendilerine otobüsten yer rezervi yaptırmak isteyenlerin verdikleri bahşişlerle günlük kazancı binleri aşmaktadır. “Ballı börek ye Osman ye çörek, neyine senin kelek” düşüncesiyle hep bolca harcamalarla rahat bir yaşam sürer. Karısıyla çocukları da sıkıntısız yaşasınlar isteğiyle köyüne, karısının namına bolca döviz gönderir.
Uzun bir müddet çalışır Fransa’da. Lyon şehrinde görev yapar ve emekliliğini doldurur.
Fransa da kaldığı süre içinde karısının ikisi özürlü dört çocukla, övgüye değer bir mücadele verdiğini düşündüğünden, onca Fransız kadın Osman amcanın tipinden etkilenip sürekli kur yapmalarına rağmen hiç birine dönüp bakmaz. Ellerini hiç bir kadına uzatmaz. Çünkü sevmese de eşine ihanet etmeyi yanlış bulur. Osman Uysal evli olduğunu bir an bile aklından düşürmez. Onca güzel kadının kızın sakıncasız çevresinde dolaştığı bir ülkede bekâr hayatı yaşamaktadır her gün.
Güzel bir otomobil alır emekli parasıyla, mösyö gibi giyinir. Çocuklarına hasretlikten başka keyfini kaçırıcı bir şey yoktur. Kor ateş gibi bedeninin her yanını saran hasretliği de umursamamaya çalışmaktadır. Mösyö tavrı halleriyle arabasıyla Saint Nehri çevresinde gezinirken, sılaya dalmışlığında bir trafik kazası geçirir. Otomobili direğe çarpmıştır, kendisi içinden ağır yaralı olarak kurtarılmıştır. Tam sekiz ay yatar hastanede… Fransız endamlı hemşirelerin özel ihtimamıyla sağlığına kavuşur.
NE BOŞANABİLİYOR,
NEDE BİR ARADA OLUYOR.
Hastaneden taburcu olduğu gün kesin kararını vermiştir. Türkiye’ye, hatta karısının yanına dönecek, çocuklarına duyduğu hasretliği sona erdirecektir. Karısının dırdırını da hoş görecektir. Aklına koyduğu kararı şeytan çalmadan uygular. Köyüne geldiğinde öğrenir ki, karısı çoktan şehre göç etmiş. Fransa’dan Osman Uysal'dan gelen paralarla ev yer edinmiş. Büyük kızı okumuş İstanbul’da bir işe girmiş. İkinci kızı sevdiğine kaçmış, ama onmamış. Öteki biri kız, biri erkek iki özürlü çocuk yirmili yaşları devirmişler, ama zihin yaşlarıyla hala bebek kalmışlar. Anaları onlara bakıcı tutmuş, kendisi biriktirdiği paralarla iş güç kurmuş.
Osman Uysal ailesinin izini bulmuş bulmasına da, Fransa'dan geldiğine geleceğine çok pişmanlık duymuş. Karısının hayatında genç bir adamın olduğunu öğrenmiş, iki aşık Osman amcanın paralarıyla keyif etmektelermiş. Bu itirafı bizzat karısından duyan Osman Uysal'ın içine hepten bir tiksinti gelmiş. Bekâr geçen günlerine yanıp, boşanıp yeni birisiyle evlenmek için mahkemeye başvurmuş. Ancak daha ilk duruşmada hâkimden azarı yemiş, “Utanmıyor musun, özürlü çocuklarla bu kadını bir başına bırakmaya?” demiş hâkim sertçe. Osman amca dobraca anlatmış yıllardır ayrı olduklarını, evliliklerinin kâğıt üzerinde bulunduğunu, eşinin bir başkasıyla mutlu olduğunu, lakin ispat edemediğinden hâkime dediklerini dinletememiş, kaderine kahır etmiş.Bir de yüklü nafaka yemiş.
BU DEFA ANTALYA’YA GİDİYOR
Mahkeme salonundan çıkar çıkmaz, soluğu Antalya’da almış Osman Uysal. Burada tanıştığı ilk kadınla imam nikâhıyla hemen evlenmiş. Ancak kadın daha ilk gün paralarını alıp kaçmış. Yaşlanıp yalnızlıkla baş edemediğinden, can yoldaşı olsun gibisine biriyle daha hoca nikâhına kalkışmış. “Ihh” o da yaramazmış. Bir daha, bir daha denemiş olmamış.
Kadından yana şansı bir türlü gülmemiş. Boş vermiş hayata, diyar diyar gezmeye karar vermiş. Bakmış, turistlik gezmelerle paranın suyu çekiliyor. Dönmüş şehrine huzurevine yerleşmiş. Emekli maaşını verdiği huzurevinde huzur aramış, anlayanı olmayınca aradığını bulamamış. Huzurevinde şimdi o sadece bedenini barındırıyor. Ruhu yorgun, zihni bitkin, bedeni çökkün, günü bulanık, yarınları karanlık.
Bu karamsarlıklar içinde “bir gün bu belirsiz ve kapalı hayatımla nasıl olsa bir bilinmezlik içinde öleceğim. En azından mezarım belli olsun” diyerek mezar yeri alarak, etrafını mermerle çevirtiyor. O çukura gireceği günü, yine taştan taşa dolaşarak tökezleyip kalmak adına çabuk getirmeyi düşünüyor. Bu arzusunun gerçekleşmesi düşlerine dalmışlığında bir bakıyor ki, Fransa’dan her ay düzenli olarak gelen emekli aylığı kesilmiş, gelmez olmuş. Bir telaşa kapılıp sorup soruşturuyor, nedenini araştırıyor. Meğer mahkeme salonunda son kez karşısına çıkan ama bakmadığı için yüzünü dahi görmediği karısı, Fransız hükumetine kocasının öldüğüne dair bir yazı yazarak, adeta Osman amcanın hayatını hepten karatmak ister. Kadın, aklınca “Osman bu işleri halletmek için tekrar Fransa’ya gider, bir daha da buralara gelmez. Oralarda ölür kalır, mal varlığı da bana kalır” diye düşünürmüş.
Osman Uysal tekrar Fransa’ya gitmez, ama buradan çok uğraş verir. Hayatta olduğunu kanıtlamak ve maaşına yeniden kavuşmak adına. Çünkü para ödeyemediğinden huzurevinde kalması da zora girmiştir.
Yazışmalar bir bir ardına sıralanır. Nüfus müdürlüğünden alıp gönderdiği, hayatta olduğunu belirtir nüfus örneği belge bile işe yaramaz. Fransa’dan gelen en son yazıda “yaşıyorsanız bunu bulunduğunuz yerin mülkü amirine kanıtlattırın”denilmektedir.
Son bir takatle ve umutla şehrin valiliğine özel kalemine gider, mösyö tavrıyla kibarca konuşur, meramını anlatır. Valinin makamına girmeyi başarır. Birkaç cümle güzel sözcükle valiye de durumu anlatır.
Vali bey yazı işlerinden bir memur çağırır yanına ve “yaz” komutu verir. Ardından valinin ağzından şu kelimeler çıkarak, kayıt altına alınır. “Şahıs diri olarak huzuruma geldi. Huzurumda bizzat görmüşümdür ki, adı geçen şahıs son derece canlıdır. Bu konuda tarafım ve tanığım.”
Valinin bu sözlerini kayda geçiren memur, dilekçenin altına mühür basar, mührün üzerini valiye imzalatır. Osman Uysal son derece memnun vaziyette valinin odasından çıkmışlığıyla benimle yüz yüze gelir, dilekçeyi okutur. Belli ki, mösyö halleriyle bu dilekçeyi basit bulmuştur.
Ben: “Meraklanma Osman amca yazılanın altında koskoca vali beyin imzası var. Gönder gitsin. Valinin tanığım değişi bile işe yarar, meraklanma.” diyerek Osman amcaya güven veriyorum.
Bakalım Fransa hükumeti ilin valisince yazdırılan bu dilekçeye ikna olup, Osman Uysal'a maaşını tekrar vermeye başlayacak mı? Konunun takipçisi olacağım. Bir de Osman amcayı ara sıra huzurevinde ziyaret edeceğim. Hayattan bezmesin, ayağı bir taşa takılıp ölüp kalmasın, diye…
Ayfer AYTAÇ - ayferaytac.com
O, 73 yaşında evli bir adam. Lakin tam elli yıldır bekâr hayatı yaşıyor. Ne karısından boşanabilmiş, ne de karısıyla bir arada oturmuş. Fakat kazandığını hep karısına vermiş, parasının hayrını hiç görmemiş. Hayatı kalabalıklar arasında yalnız olarak geçmiş. Ne gülmüş, ne de birini güldürebilmiş.
Herkesin hayatı bir romandır derler ya, Osman Uysal'ın hayatı trajik bir roman. Sonu belirsiz elbet, ama o: “Benim sonum bir gün bir taşa takılıp noktalanacak” diyor. Bu yüzden daha sağlığında mezar yerini almış ve mermerden yaptırmış, içine gireceği günü de aslında iple çekiyor. Bezmiş yaşamdan, hem de öylesine bezmiş ki, “mutlu son bir an önce gelse” diye umutla Azrail’in geleceği günü bekliyor. Hayata dair tek umudu ölüm artık onun için, yaşama dair bir kırıntı kadar bile umut kalmamış. Onun için ölüm, romanın mutlu sonu.
Osman Uysal'ı ilimin valiliğinde tanıdım. Oradan oraya koşuşturup duruyordu, henüz hayatta olduğunu belgelemeye çalışıyordu. Biraz tuhaf değil mi? Sapasağlamken, ölümü hemen gelsin diye bekleyen bir adamın, hayatta oluşunu belgelemeye uğraşması biraz düşündürücü,akıl karıştırıcı...
Osman Uysal'ın hayatı hazan rüzgarı gibi dokunaklı, Lodos rüzgarı gibi şaşırtıcı.
Bizim yöredeki köylerden birinden kendisi. Atatürk'e akraba sayılacak derecede benzerliği var. Sarışın ve uzun boylu, aynı zamanda nazik bir beyefendi...
1965 yılında sırım gibi bir delikanlıyken ve köyünden başka illerde yaşamayı düşlerken, aile büyüklerinin kararıyla aynı yerden, uzak akraba bir kızla zoraki evlendirilir. Karısı avrat kadındır, her işte hünerlidir hünerli olmasına da; pek fazla kendi anasına düşkün, kocasına itaatsiz, çok konuşan, kaynanasına diklenen bir gelindir. Zaten aklı diğer şehirlerde olan ve ailesinin rızasıyla, gönülsüz evlenen Osman Uysal, bu durumdan rahatsız olur. Kadınının hiç kapanmayan çenesini bahane eder, alır başını köyünden gider. Köyünün vilayeti şehre gelir.
O yıllarda bir yakınının yardımıyla şehrin devlet hastanesinde iş bulur. Kendini sevdirmek ve şehre uyum sağlamak için var gücüyle çalışır. Bu sırada köyünden haber gelir.“Karın doğurdu, bir kızın oldu” denilmektedir haberde. Atlar bir araca köyüne gider, bir süre kalır. Erkek evlat düşlerken kız babası olduğuna alışmaya çalışır. Karısı değişmemiştir, hatta daha dırdırcı, daha çekilmez olmuştur. Sonra tekrar şehre döner işinin başına, bir süre sonra bir kızı daha olduğunu öğrenir, onu görmeye gidip döndüğünde bir kızı daha olur. Üç defa karısını görmekle üç kız çocuğu sahibi olmuştur Osman Uysal. Üçüncü kızı zihinsel özürlü doğmuştur. Alır hastaneye götürür doktorlar iyileştirsin diye. Çocuk mütehassısı Dr. Muayene sonrası derki: “Ne yazık ki, genlerle ilgili bir sorun bu. Tedavi edilemez, bu çocuk böyle yaşamaya mahkûm. Akıllı ol bir daha çocuk sahibi olma."
Engelli çocuğuyla daha yakından ilgilenmek için, beş yıl çalıştığı devlet hastanesinden ayrılır. Yeni ve daha fazla para kazandıracak bir iş bulmadan önce çocuklarını görmek için önce köyüne uğrar. Bu ziyaretinde karısı tekrar hamile kalmıştır. Bu defa ki çocuğu erkek olarak dünya ya gelir. Ne var ki, o da özürlüdür. Doktorun uyarısını dinlemeyişine hayıflanır. “Ceketi üstüne atsam hamile kalıyor” dediği karısına hepten kahreder, bir daha yüzünü görmemek için köyünden kaçarcasına uzaklaşıp, başka bir ile gider ve orada orman idaresinin ağaç kesme ekibine dâhil olur. Hayatı paralı ama yalnız geçmektedir, akşamları bir can yoldaşına hasretlikle, hayıflanmalarla geçer; geceleri cırcır böceklerinin sesiyle biter.
VE FRANSA’YA GİDER
Bir gün orman idaresi müdürü Fransa’ya gitmekten söz eder. “İçinizde en çalışkan olanları Fransa istiyor. Gitmek isteyen bu fırsatı kaçırmasın” der. Osman Uysal bu teklife balıklama atılır ve beklediğinden daha tez bir sürenin sonunda kendisini Fransa'nın başkenti Paris’te bulur. Derin bir “Ohhh” çeker, karısından ebediyen kurtulduğunu düşünür, sevince bürünür.
Ama ikisi özürlü dört çocuğunu aklından çıkaramaz, onların hasretliği içini burar, bir gün yavrularını da yanına aldırma hayalleri kurar. Paris otogarında iş vermişlerdir Fransızlar Osman Uysal'a. Türkiye şartlarına göre de çok yüklüce maaş almaktadır. Artı kendilerine otobüsten yer rezervi yaptırmak isteyenlerin verdikleri bahşişlerle günlük kazancı binleri aşmaktadır. “Ballı börek ye Osman ye çörek, neyine senin kelek” düşüncesiyle hep bolca harcamalarla rahat bir yaşam sürer. Karısıyla çocukları da sıkıntısız yaşasınlar isteğiyle köyüne, karısının namına bolca döviz gönderir.
Uzun bir müddet çalışır Fransa’da. Lyon şehrinde görev yapar ve emekliliğini doldurur.
Fransa da kaldığı süre içinde karısının ikisi özürlü dört çocukla, övgüye değer bir mücadele verdiğini düşündüğünden, onca Fransız kadın Osman amcanın tipinden etkilenip sürekli kur yapmalarına rağmen hiç birine dönüp bakmaz. Ellerini hiç bir kadına uzatmaz. Çünkü sevmese de eşine ihanet etmeyi yanlış bulur. Osman Uysal evli olduğunu bir an bile aklından düşürmez. Onca güzel kadının kızın sakıncasız çevresinde dolaştığı bir ülkede bekâr hayatı yaşamaktadır her gün.
Güzel bir otomobil alır emekli parasıyla, mösyö gibi giyinir. Çocuklarına hasretlikten başka keyfini kaçırıcı bir şey yoktur. Kor ateş gibi bedeninin her yanını saran hasretliği de umursamamaya çalışmaktadır. Mösyö tavrı halleriyle arabasıyla Saint Nehri çevresinde gezinirken, sılaya dalmışlığında bir trafik kazası geçirir. Otomobili direğe çarpmıştır, kendisi içinden ağır yaralı olarak kurtarılmıştır. Tam sekiz ay yatar hastanede… Fransız endamlı hemşirelerin özel ihtimamıyla sağlığına kavuşur.
NE BOŞANABİLİYOR,
NEDE BİR ARADA OLUYOR.
Hastaneden taburcu olduğu gün kesin kararını vermiştir. Türkiye’ye, hatta karısının yanına dönecek, çocuklarına duyduğu hasretliği sona erdirecektir. Karısının dırdırını da hoş görecektir. Aklına koyduğu kararı şeytan çalmadan uygular. Köyüne geldiğinde öğrenir ki, karısı çoktan şehre göç etmiş. Fransa’dan Osman Uysal'dan gelen paralarla ev yer edinmiş. Büyük kızı okumuş İstanbul’da bir işe girmiş. İkinci kızı sevdiğine kaçmış, ama onmamış. Öteki biri kız, biri erkek iki özürlü çocuk yirmili yaşları devirmişler, ama zihin yaşlarıyla hala bebek kalmışlar. Anaları onlara bakıcı tutmuş, kendisi biriktirdiği paralarla iş güç kurmuş.
Osman Uysal ailesinin izini bulmuş bulmasına da, Fransa'dan geldiğine geleceğine çok pişmanlık duymuş. Karısının hayatında genç bir adamın olduğunu öğrenmiş, iki aşık Osman amcanın paralarıyla keyif etmektelermiş. Bu itirafı bizzat karısından duyan Osman Uysal'ın içine hepten bir tiksinti gelmiş. Bekâr geçen günlerine yanıp, boşanıp yeni birisiyle evlenmek için mahkemeye başvurmuş. Ancak daha ilk duruşmada hâkimden azarı yemiş, “Utanmıyor musun, özürlü çocuklarla bu kadını bir başına bırakmaya?” demiş hâkim sertçe. Osman amca dobraca anlatmış yıllardır ayrı olduklarını, evliliklerinin kâğıt üzerinde bulunduğunu, eşinin bir başkasıyla mutlu olduğunu, lakin ispat edemediğinden hâkime dediklerini dinletememiş, kaderine kahır etmiş.Bir de yüklü nafaka yemiş.
BU DEFA ANTALYA’YA GİDİYOR
Mahkeme salonundan çıkar çıkmaz, soluğu Antalya’da almış Osman Uysal. Burada tanıştığı ilk kadınla imam nikâhıyla hemen evlenmiş. Ancak kadın daha ilk gün paralarını alıp kaçmış. Yaşlanıp yalnızlıkla baş edemediğinden, can yoldaşı olsun gibisine biriyle daha hoca nikâhına kalkışmış. “Ihh” o da yaramazmış. Bir daha, bir daha denemiş olmamış.
Kadından yana şansı bir türlü gülmemiş. Boş vermiş hayata, diyar diyar gezmeye karar vermiş. Bakmış, turistlik gezmelerle paranın suyu çekiliyor. Dönmüş şehrine huzurevine yerleşmiş. Emekli maaşını verdiği huzurevinde huzur aramış, anlayanı olmayınca aradığını bulamamış. Huzurevinde şimdi o sadece bedenini barındırıyor. Ruhu yorgun, zihni bitkin, bedeni çökkün, günü bulanık, yarınları karanlık.
Bu karamsarlıklar içinde “bir gün bu belirsiz ve kapalı hayatımla nasıl olsa bir bilinmezlik içinde öleceğim. En azından mezarım belli olsun” diyerek mezar yeri alarak, etrafını mermerle çevirtiyor. O çukura gireceği günü, yine taştan taşa dolaşarak tökezleyip kalmak adına çabuk getirmeyi düşünüyor. Bu arzusunun gerçekleşmesi düşlerine dalmışlığında bir bakıyor ki, Fransa’dan her ay düzenli olarak gelen emekli aylığı kesilmiş, gelmez olmuş. Bir telaşa kapılıp sorup soruşturuyor, nedenini araştırıyor. Meğer mahkeme salonunda son kez karşısına çıkan ama bakmadığı için yüzünü dahi görmediği karısı, Fransız hükumetine kocasının öldüğüne dair bir yazı yazarak, adeta Osman amcanın hayatını hepten karatmak ister. Kadın, aklınca “Osman bu işleri halletmek için tekrar Fransa’ya gider, bir daha da buralara gelmez. Oralarda ölür kalır, mal varlığı da bana kalır” diye düşünürmüş.
Osman Uysal tekrar Fransa’ya gitmez, ama buradan çok uğraş verir. Hayatta olduğunu kanıtlamak ve maaşına yeniden kavuşmak adına. Çünkü para ödeyemediğinden huzurevinde kalması da zora girmiştir.
Yazışmalar bir bir ardına sıralanır. Nüfus müdürlüğünden alıp gönderdiği, hayatta olduğunu belirtir nüfus örneği belge bile işe yaramaz. Fransa’dan gelen en son yazıda “yaşıyorsanız bunu bulunduğunuz yerin mülkü amirine kanıtlattırın”denilmektedir.
Son bir takatle ve umutla şehrin valiliğine özel kalemine gider, mösyö tavrıyla kibarca konuşur, meramını anlatır. Valinin makamına girmeyi başarır. Birkaç cümle güzel sözcükle valiye de durumu anlatır.
Vali bey yazı işlerinden bir memur çağırır yanına ve “yaz” komutu verir. Ardından valinin ağzından şu kelimeler çıkarak, kayıt altına alınır. “Şahıs diri olarak huzuruma geldi. Huzurumda bizzat görmüşümdür ki, adı geçen şahıs son derece canlıdır. Bu konuda tarafım ve tanığım.”
Valinin bu sözlerini kayda geçiren memur, dilekçenin altına mühür basar, mührün üzerini valiye imzalatır. Osman Uysal son derece memnun vaziyette valinin odasından çıkmışlığıyla benimle yüz yüze gelir, dilekçeyi okutur. Belli ki, mösyö halleriyle bu dilekçeyi basit bulmuştur.
Ben: “Meraklanma Osman amca yazılanın altında koskoca vali beyin imzası var. Gönder gitsin. Valinin tanığım değişi bile işe yarar, meraklanma.” diyerek Osman amcaya güven veriyorum.
Bakalım Fransa hükumeti ilin valisince yazdırılan bu dilekçeye ikna olup, Osman Uysal'a maaşını tekrar vermeye başlayacak mı? Konunun takipçisi olacağım. Bir de Osman amcayı ara sıra huzurevinde ziyaret edeceğim. Hayattan bezmesin, ayağı bir taşa takılıp ölüp kalmasın, diye…
Ayfer AYTAÇ - ayferaytac.com
Yorumlar
Yorum Gönder