DÜŞTÜLER KALKAMIYORLAR
Düştüler Kalkamıyorlar
Elçin
ailesi iki çocuk ve bir karı kocadan oluşan dört kişilik bir aile idi. Çok
zengin bir yaşantıları vardı. Baba Nuri Elçin iş adamıydı ve beş tır sahibi
olarak yurt dışına beyaz eşya sevkıyatı yapıyordu. Anne Hale Elçin kocasının
kazandıklarının hakkını verircesine son moda kıyafetler içinde arkadaş
partilerinde poker oynuyor. Canı denize girmek istediğinde lüks otomobillerine
atladığı gibi Antalya’daki villalarına gidiyor, denizin koynunda yorgunluk
giderip, akşama evine dönüyordu. Çocukları çok zekiydi, erkek olan büyük çocuk
Amerika’da ekonomi tahsili yapıyordu. Küçük olan kız çocuğuydu ve Namlı özel
bir lisesinin en başarılı öğrencisi olarak göz dolduruyordu.
Anne
kız bir giydiklerini bir daha giymezken, markasız hiçbir şey evlerine girmezdi.
Baba ve oğul altlarındaki kendilerine ait özel otomobilden inmezdi.
Hizmetçili
modern döşeli evlerinde yedikleri önlerinde, yemedikleri çöp tenekesinde
olurdu. Su akıyor, onlarda hiç mola vermeden testilerini dolduruyorlardı.
Bir
gün birileri çok fazla beyaz eşya siparişi yaptılar karşılığında da sahte senet
verip kayıplara karıştılar. O günden sonra kâbuslu günler başladı.
Baba
Elçin, kendi babasından kalan ve yıllarca çalışmasıyla servetine servet kattığı
mal varlığını birer ikişer borç ödeme uğruna kaybetmeye başladı.
Her
Allah’ın günü icra memurları kapılarına dayanıyor “Şu beyaz eşyaların gelmeyen
parasını sen ödeyeceksin” diyerek ellerinde olan malları, taşınır taşınmaz
ayırt etmeden durmaksızın alıyorlardı.
Karısı
ve iki çocuğu Marmaris’te tatilde olduklarından henüz hiçbir şeyin farkında
değillerdi. Ama evin reisi adam çıldırma noktasına gelmişti.
Sonra
çağırdı karısını adam “Acil gel, aksi halde sana ait olan ev de elimizden
gidecek” dedi.
Karısı
bundan bir şey anlamadı. “Neden evim gidecek, hem benim annem oturuyor o evde.
Nereye, neden gidecek?” diyerek defalarca sordu.
Sorularının
cevabını kocasının yanına dönünce öğrendi. Her şeylerini bir an gibi gelen bir
süre de kaybetmişlerdi.
Kadına
ait evi kaybetmemek için, çare olarak hemen mahkemeye başvurdular ve karı koca
tek celsede boşandılar.
Adamın
psikolojisi iyice bozuldu ve intihar girişiminde bulundu. Son anda durumu
boşandığı karısının fark etmesiyle hayata döndürüldü.
Kadıncağız,
kanunlara göre eski kocası sayılan çocuklarının babasına “Biz tek kalan evimizi
kaybetmeyelim diye boşandık. Sen yine benim kocamsın, çocuklarımla benim
başımızda ol. Üzülme sen, bize kazandığın sürece çok iyi baktın. Şimdi
düştüysek hep birlikte düştük, yine kalkmasını beceririz” diyerek, kocasını
teselli edip, annelerinin oturduğu kadına ait eve taşındılar.
Evsiz
kalmamışlardı ama ekmeksiz kalmışlardı. Üstelik evin reisi ruhsal bunalımda
olduğundan iş gücünü kaybetmişti. Kim çalışıp eve nasıl para getirecekti.
Biricik oğullarının Amerika tahsilinin bitimine bir yıl kalmıştı. O, “Beni
merak etmeyin Amerika’da gerekirse bulaşıkçılık yapar tahsilimi tamamlarım”
diyerek Amerika’ya döndü. Ama söylediği son söz annesinin aklına yattı.
Bulaşıkçılık yapmak…
Konken
partilerinde gününü gün eden, her gün evine kuaför gelerek saçlarına fön
çektiren, tırnaklarına manikür, pedikür yaptıran Bayan Elçin, “artık iş başa
düştü” deyip şehrin sokaklarını arşınlayıp kendine yapabileceği bir iş aradı.
Yaşı 45 ‘e geldiğinden uygun bir iş bulamadı. Zenginliği döneminden kalma şık
giysileri de iş bulamayışına etkendi.
Kimin
yanına iş aramaya gitse, işverenler kendisini şöyle bir tepeden tırnağa
süzüyorlar, sonra da “Sen bizle dalga mı geçiyorsun, yoksa bu bir kamera şakası
mı,” diyorlardı.
Utana,
sıkıla belediye ye gitti, belediye yönetiminin garibana yardım masası önünde
kuyruğa girdi. Kendisine sıra geldiğinde, tüm mahcubiyetiyle “Yardım talep
ediyorum” diyebildi. Onu kıyafetlerinden dolayı zengin görüp, masanın maksadına
yardım edeceğini sanan masa görevlileri de, “Bayan ne dediğinizi tam
anlayamadık, bağışta mı bulunmak istiyorsunuz?” diye sordular önce.
Elçin
Hanımın vücuduna bir anda kaynar su kazanı devriliverdi sanki. Yüzünün ateş
basması ile kalbinin duracağını sandı. Kelimeler boğazına düğümlenip kalmıştı.
Oturduğu yere çivilenmiş gibiydi. Karşısında başı ipek eşarpla sıktırılmış
belediye görevlisi kadınlar bir şeyler diyorlar. Lakin Elçin Hanım dudak
kıpırtılarını fark etse de denileni duymuyordu.
Elçin
Hanıma görevlilerce yüksek sesle seslenildiğinde, tokat atılıp şoktan
çıkarılmış gibi kendine geldi. “Ne istiyorsun bayan” sorusuna, Elçin Hanım
nefsini dizginleyememiş ve yüzünü eline alıp, utana sıkıla “Ben mümkünse
kendime yardımcı olunmasını istiyorum” deyivermişti. Bu cevapla şaşkına dönen
görevlilerde çocuk azarlar gibi, “Siz bizle dalga mı geçiyorsunuz?” diyerek
terslediler Elçin Hanımı.
Gözyaşları
içinde belediyeden çıkıp evine dönmek üzere yola koyuldu. Kocası intihar
girişiminde bulunmakla haklı mıydı acaba?
Zorluklar
karşısında ölmek tek kurtuluş yolu muydu? Ya güzel ve akıllı iki yavrusu ne
olacaktı?
Bir
zamanlar birlikte konken oynadığı arkadaşlarını, dost bildiklerini telefonla
aradı, hepsinden olumsuzluk gördü. Düşenin dostu olmadığını, insanların paralı
günlerinde yanlarında çokça var olduğunu anladı bir kez daha ağladı…
Tam
hayattan umudunu kesmek üzereyken, bir lokanta da işyeri sahibini yalvar yakar
ikna ederek bulaşıkçılık işi buldu. İşe başlamadan önce avans alarak evine,
kocasına, kızına ve annesine ekmek peynir götürdü.
O
sıcacık ekmeği biftek yediği günlerdeki gibi keyifle yedi. Pasta, börek yediği
günlerde adını unutmasa da tadını unuttuğu ekmeği öptü başına koydu. “Rabbim
sen bizi nimetinden mahrum bırakma” diyerek dualar etti.
İlk
kez dua ettiğini hatırladı. Paralı günler gözlerine perde olmuş, duayı da
unutturmuştu sanki. Şimdi o perde gözlerinin önünden kalkmış, gerçekle yüz yüze
getirmişti Elçin ailesini.
Bulaşıkçılık
işine başladığı ilk gece manikürlü uzun tırnakları sorun olmuştu. Zaten bu onun
ilk kez elde bulaşık yıkayacağı bir gündü ve tabak nasıl tutulur, deterjan
nasıl kullanılır bilmiyordu. Bir de uzun tırnakları işini zorlaştırıyordu.
Lokanta sahibi mutfağa gelip onun bocaladığını görünce “Önce bir tırnaklarını
kessen” diye, uyarı da bulundu. Bununla kalmayıp tırnak makasını da cebinden
çıkartıp verdi.
Zenginlik
günlerini hatırlatan tırnaklardan beş dakika da kurtulmuş oldu. Beş dakika gibi
bir zamanda o yine paralı günlerinin hayalini kurdu. Nasıl bir anda onca servet
yok oluvermişti. Uzun tırnaklar sanki o günlerin şahidiydiler. Ama onlarda
kesilip çöpe karışmışlardı artık. Artık şatafatlı zamanlara şahit falan
kalmamıştı orda da. Onlara şimdi kim zengin diyebilirdi. Bir anda ortadan
kaybolan dost bildikleri mi?
Bulaşıkları
güzel yıkamayı o ilk gününde öğrendi. Gerçi bu öğrenmenin bedeli biraz ağır
olmuştu. Lokanta sahibi iri kıyım patron, “Az deterjan kullan, suyu fazla israf
etme, zırlamadan yıka” gibi kaba sert tavırla iki de bir azarlamıştı bu zarif
hanımefendiyi, ama eline düşürmüştü bir kere zenginlikten gelme avrat, burnunu
sürtmeliydi.
Muhtemelen
böyle düşünüyordu iri kıyım lokantacı, zira sıkça mutfak bölümüne geçip,
bıyıklarını burarak talimat vermesi, kadını göz hapsinde tutması buna
delaletti. Neyse ki bu kadarıyla kalıyor, sarkıntılık, taciz gibi olaylar sergilemiyordu.
O
gün ve daha sonraki günler akşamın 20’sinden gecenin 0,3’ne kadar lokanta da
bulaşık yıkayan Elçin Hanım, karınlarını doyuracak ekmek parasını kazanıyordu
artık. Evindeki annesi, kızı ve boşandıkları halde birlikte oturduğu kocasının
karnını rahatlıkla doyurabiliyordu. Ancak yeni bir sıkıntı baş göstermişti.
Düştüklerinde
yanında olmayan o ‘eş- dost’ bildikleri ve evlerinin bulunduğu zengin muhitteki
komşuları gece dışarıda çalışıyor, gerekçesiyle geliş gidişlerini perde
aralığından izleyerek, gündüzleri dedikodu yapar olmuşlardı.
“Nasılsa
kocayı da boşadı, ver gülüm al gülüm. Bu kadın lüksse alışmış çeker mi yokluğu”
benzeri laflar canını çok fazla sıkar olmuştu.
Ne
yazık ki yapacağı pek bir şey yoktu. Hasta eşini, kızını ve yaşlı annesini ve
Amerika’da tahsil gören oğlunu düşünmek zorundaydı ve bu düşünmeler onu her
şeye rağmen çalışmaktan başka alternatif getirmiyordu.
O da
onu yaptı, adeta kulaklarını sağırlaştırdı, hakkında söylenen olumsuzlukları
duymadı. Gözlerini kapadı, yüzüne pis pis sırıtanları görmedi ve her gece o
lokanta da bulaşık yıkadı. Sabırla gecelerini ve gündüzlerini geçirdi.
Sonra
bir gün o lokantadaki işinden ayrıldı Elçin Hanım, zira işini ve servetini
kaybettiği günden bu yana bunalım da olan kocası iyileşemedi. Hatta çok hasta
ve tüm aile bu yüzden adeta yasta.
Amerika’da
okuyan oğulları da henüz okulunu bitirip onlara el uzatan olamadı. Kocasının
başında beklemek zorunda olduğundan yeni bir işte de çalışamayan Hale Hanım
yeniden tökezlemiş gibi hissediyor kendisini ve yeniden yardım göreceği
birilerini arıyordu.
En
çok istediği yardım da okulunu birincilikle bitiren ve üniversite sınavlarında
yüksek puan alarak bir öğretmenlik fakültesine girmeyi hak kazanan biricik
kızının okutulmasıydı. Bu konuda yardım talebinde bulunmak için çalmadığı kapı
kalmamış Elçin Hanım’n. Fakat o üzerindeki kıyafetlerden dolayı varlıklı bir
hanım göründüğünden, tüm kapılardan geri çevriliyor. Yardım etmek isteyende
önce uygunsuz teklif sunuyor.
Kocası
gibi delirmek üzere olduğunu hissetmeye başlamıştı. “Bir dilim ekmeğin bedeli
bu kadar ağır olmamalı” diyordu. Ekmek
karşılığında ahlaksızlık beklenmesini ağır bir zulüm olarak değerlendiriyordu.
Kötü yollara düşen kadınların birilerinden iyilik dilerken, himaye beklerken,
aldatılışlarını, sermaye oluşlarını anlamaya çalışıyordu.
En
son benimle yaptı böyle bir görüşmeyi Bayan Elçin. Yanında güzeller güzeli kızı
da vardı ve zümrüt yeşili gözlü bu kızcağız okumak istiyordu. “Ben yüksek
puanla üniversite de istediğim bölüme girebiliyorum, ancak öğretmen olup
hayatla birlikte çocuklara her şeyi öğretmek istiyorum” diyordu ipeksi ses
tonuyla.
İlk
bakışta bu ailenin zor durumda olduklarına ben de inanmadım. Çünkü gerçekten de
analı kızın üzerinden marka akıyordu. Sonra öğrendim ki o giysiler zenginlik günlerinden
kalma. Giysileri icracıların işine yaramıyor ya kendilerine bırakılmış.
Onlarda
evde bu giysiler tonlarca dururken, onları atıp, çar çaputa bürünmemişler. Kim
bilir belki de bu giysiler kendilerine zenginlik günlerini hatırlattığından
ruhlarını okşuyordur, diye düşünüp dikkate almamaya çalıştım.
“Artık
sıkıldık, son söze gel” diyorsanız, son söz benim açımdan pek keyif verici
değil. Tepeden düşmüş, şaşkına dönmüş ve henüz kalkamamış bu ailenin belini
biraz doğrultması için bir ellerinden tutmaya çalıştım.
“Düşmez
kalkmaz bir Allah” sözünün doğrultusunda; gazetecilik mesleğini yaptığım süre
içinde tanıdığım bütün zenginlere ulaşıp bu aileye yardım talebinde bulundum.
Kendim için asla bir şey isteyemeyen biriyken, bu aile için inandırıcı
olabilecek ne kadar kelime varsa, ardı ardına yemin billah ederek sıraladım. Ne
var ki, iknada başarılı olamadım.
Ne
yazık ki benim şehrim paylaşma duygusunu kaybetmiş, dayanışma gücünü tüketmiş.
Ne yaptığım aileyle ilgili düşüşlerinin ispatı röportajlar, ne de bireysel
didinmem bu aileye destek vermeme yeterli olmadı.
Sonunda
Elçin ailesi umutları tükenmiş olarak, gül şehrini terk etmeye karar verdiler.
O
tek evlerini de satıp, kendilerinin tanınmayacağı bir kasabada, küçük bir
gecekondu edinmeyi hayal ederek. Yeniden hayat yolunun başına dönüp, yürümeyi
öğrenmek adına.
Düştükleri
ve kalkamadıkları şehrimden umut kesmiş, Ama Allah’a umut dolu olarak.
Ağızlarına dua, gönüllerine “Bir gün dünyaya ait bir derdin olursa Rabbine
dönüp, benim büyük derdim var, deme. Derdine dönüp, büyük bir Rabbim var”
sözünün verdiği huzur yayılmış olarak.
Yorumlar
Yorum Gönder