Evli Bekârlar
BÖYLE BİR EVLİLİĞE ŞAHİT OLDUNUZ
MU?
Titrek Abdi ve Nezahat teyze. Onlar
evlendiler, ama sürekli bekâr yaşadılar. Nasılını anlatayım,
okuyun.
Nezahat teyze benim hayatımda özel
bir yeri olan değerli bir hanımefendiydi. Benim şehrimde babası
askerdeyken doğmuş, üç aylık bebekken anası ölmüş. Sütten
uzak kalmasın, diye zengin bir aileye evlatlık verilmiş. O aile
1940 lı yıllarda İstanbul’a göçmüş.
Nezahat teyze 16 yaşına geldiğinde
Kadıköy ‘den Abdi adında yeni devlet memuru olmuş bir gençle
evlendirilmiş.
Nezahat teyzenin kocası Abdi, daha ilk
günden içkici çıkmış. Alkolü işyerine taşıyınca, verimli
olamamış, bu yüzden memurluktan da atılmış.
Kadıköy’deki hayatları zindana
dönünce Nezahat teyze almış kocasını, bizim şehre geri gelmiş.
Evlatlık gittiği ailenin şehirdeki sözü geçen yakınlarını
bulup, onların girişimiyle kocasını şehrin belediyesinde kadrolu
memur olarak işe aldırmış.
İşi rahat ve arkalıklı olduğu için
rahat olan Abdi, gerçek İstanbul beyefendisi olmasından dolayı
çok kibar, bakımlı ve kültürlü bir adammış. Fakat aşırı
alkolük denecek kadar da sağlam bir içiciymiş. Belediyeden aldığı
maaşı kuruşuna kadar içkiye yatırıyor eve harcamaya para
artıramıyormuş.
Nezahat teyze ve kocası Abdi'yi,
çocukluğumda oturduğumuz Gazikemal Mahallesi’nde tanıdım.
Bizim ata ocağının hemen yanındaki, belediye nikah memurunun
evinin alt katında kiracı olarak oturuyorlardı.
Biri kız, ikisi erkek üç çocukları
vardı. "Evli bekar hayatlarında bu çocuklar nasıl olmuş ki"
diye merak ediyordu, el alem denilen, konu komşu... Biricik
kızlarının ismi Kumru'ydu. Belki özgür olma arzusuyla kızına
bu ismi koymuştu Nezahat teyze.
Kumru kız, biz emsaldi. Kumru kuşu
gibi alımlı, zarif bir yapıdaydı.. Esmer güzeli, güzelliğiyle
bizden gösterişli, İstanbul doğumlu bir kızdı.
Oturdukları evin arka kısmındaki
bahçeyi çiçeklerle doldurmuştu Nezahat teyze. Aklınıza hangi
çiçek gelirse Nezahat teyzenin bahçesinde bulunurdu. Kendi özenli
bakımıyla, cennetten bir köşeydi bahçe.
Bir keresinde saksının içinde
portakal bile yetiştirmişti. Üç adet meyve veren boyumuz kadar
olan, kökleri saksıda bulunan ağaçtan kolayca portakalları
koparıp, kendi çocuklarıyla bölüşmüştük.
Çok güzel yemekler yapardı Nezahat
teyze. Yaprak sarmasını yiyenler sağ ellerinin parmaklarına
bakarlardı ‘duruyor mu’ diye. Hele İstanbul’da öğrendiği
susamlı tatlısı, unutulur gibi değildi.
Yemek yapmakta annemin tek rakibiydi.
Annemden daha tutumlu kadındı. Annemi ne zaman ıspanak ayıklıyor
görse, onun ardından geçerdi işin başına. Yeniden bir tencere
daha yemek çıkacak kadar, ıspanak köklerinden, sararmaya yüz
tutmuş yaprakları arasından tekrardan yenilebilir ıspanak
seçimine girerdi. “Bu sebzenin her bir yaprağında, kökünün
oluşmasında köylünün alın teri vardır. Emeğe saygısızlık
yapmayalım” derdi.
Nezahat teyzenin evindeyse eğer
insanlar, bir başka dertsiz dünyaya gelmişçesine mutlu saatler
geçirirlerdi.
Bizim şehir tam Anadolu şehriydi o
zamanlar. Herkes birbirini tanır, görüşür konuşur, hal hatır
sorar, kimseye sezdirmeden yardımlaşırdı. Eski namı “Bey
Mahallesi” olan, sonradan Gazikemal adını alan mahallemiz köklü
ailelerin oturduğu, asaleti temsil eden insanların yaşadığı
sakin bir semtti.
Nezahat teyze komşulara dikiş diker,
çocuklarını kendi kazandığı parayla geçindirirdi. Kibar kocası
evden işe, işten meyhaneye gittiğinden, eve geç saatlerde kedi
sessizliğinde girdiği söylenirdi.
Nezahat teyze kocasının bu hallerini
çevreye sezdirmemeye dikkat ederdi.
Herkese derdini sorar, derman vermeye
çalışır, ama kendi derdini hiç anlatmazdı. Çok israr eden
samimiyetine güvendiklerine “Çok şükür adamın dayağı,
küfrü, hiç bir eziyeti yok. Onun zulmü kendi nefsinden, kendi
hayatına” derdi.
Dikiş diktiği komşularının provaya
geldiği bir gün, Nezahat teyzenin kocası elinde ekmekle erken
çıkagelmişti. Nezahat teyzenin gözlerindeki ışıltıyı,
mutluluğu görmeliydiniz. Bir daha bu sahneyi ne kendisi, ne
çocukları, ne de mahalleli hiç gören olmadı.
O dünyaya tüm insanları mutlu etmek
için gönderilmiş kişilerden biriydi. Tüm insanlara ne kadar
mutluluk verebilecekse, o kadar mutluluk vermeye hazırdı.
Dikiş karşılığında kendisine
fazla para vermek isteyenlerin paralarını asla kabul etmezdi.
“Hakkım olanı verin, fazlası haram olur. Haram et yemektense,
kuru ekmek yemeği yeğlerim” derdi.
Eşsiz bir insandı. Uygar İstanbul’un
Isparta doğumlu gerçek bir hanımefendisiydi. İnsanları çok
severdi. Herkese de sevgiyi tavsiye ederdi. Sevin, sevebiliyorsanız
sevinin. Sevgiyle her zorluğun üstesinden gelinir, nasihatinde
bulunurdu. Ama kendisi sevgi dolu olsa da zorluklarla baş edemedi.
Biz büyükbabamın vefatı sonrasında,
Gazikemal Mahallesi’nden ayrıldıktan bir süre sonra, Nezahat
teyzede kocası Abdi'den ayrılmış. Resmen boşanmamışlar. Sonra
da küçük bir ev kiralamış Nezahat teyze, çocukları da yanına
alıp çıkmış. Kocasıyla paylaştığı evden kopmuş. Dikiş
dikerek bir göz evinde çocuklarını okutur olmuş.
Kızı genç kız olup da lise eğitimi
görürken, bir çapur suratlı oğlanı sevmiş. Anasından evlenme
izni alamayacağını düşünüp, oğlanla Bursa’ya kaçmış.
Orada beraber yaşamaya başlamışlar.
O günkü şartlarda kızını
arayışlar sonuç vermeyince, üzüntüden bir kolu felç olmuş
Nezahat teyzenin. Artık tutmayan koluyla dikiş dikemez olmuş.
Dikiş makinesini yok pahasına satıp sermaye etmiş. İstanbul’a
gidip bayanlara yönelik iç çamaşırları almış Merter’deki
fabrikalardan.
Sonra da tahta bavullara doldurduğu bu
çamaşırları, kara terenle Isparta’ya taşımış. Kapı kapı
dolaşarak, resmi daireleri turlayarak bu çamaşırları elden
satmış. Boğazından kesmiş, evine hiç eşya almamış. Satışa
gidip gelirken ağaç altında gördüğü kozalakları, kıyıda
köşede bulduğu tahta parçalarını, şehrin ortasından geçen
çayın suyunun sürükleyerek getirdiği ağaç kütüklerini
toplar, tane tane biriktirip ton yaparmış. Kışın sadece
geceleri, sobasında bunları yakarak ısınma sorununu gidermiş.
Kimseye boyun eğmeden alın teriyle
kazandığı kuruş, kuruş üzerine koyarak para dağı oluşturmuş.
Sonra da değişmeye başlayan
Isparta’da yapılan çok katlı kooparatif aracılı, betonarme
evlerden, iki kat birden almış. Birinde oturup, ötekini kiraya
vermiş.
Kocası Abdi, belediye deki işine ve
içkisine devam etmekteymiş. O da şehir merkezinde bir çatı
katında yalnız olarak yaşamını sürdürüyormuş. Çok içmekten
ve bakımsızlıktan elleri titremeye başlamış. Ispartalılar
hemen “Titrek Abdi” lakabını takıvermişler kendisine.
Ne hikmetse kayıtlar üzerinde karı
koca görünen bu ikili, birbirlerini hiç görmedikleri, arayıp
sormadıkları halde, boşanmak içinde mahkemeye müracaatta
bulunmuyorlardı. Onlar evli bekâr hayatı yaşıyorlardı. Her
ikisi de birlikteliklerini kopardıktan sonra, birbirlerinin rahatsız
edici davranışlarda bulunmuyorlar, biri ötekinin ardından kötü
konuşmuyor, kimsenin de konuşmasına izin vermiyorlardı.
Birbirleri içi her hangi bir
fedakârlıkta bulunmuyorlardı. Hatta aynı şehirde yaşıyor
olmalarına rağmen yollarda dahi karşılaşmıyorlardı.
Adam, çocuklarım var bir arayayım,
zahmetine katlanmıyor. Kadın, çocukların var, bir ara sor. Ne yer
içerler. Nafakalarını temin et, demiyordu. Herkes kendi hayatını
yaşıyordu.
Ancak Nezahat teyze hayatın da
çocuklarına da yer veriyordu. İki oğlu büyümüştü. Liseyi
bitirmişler, sonrasında okumak istemeyip İstanbul’a iş bulmaya
gitmişlerdi. Nezahat teyzede böylece yalnız kaldı.
Artık yaşlanmıştı. Kapıları
dolaşıp giysi satamıyordu. Ama kapısını da çalan olmuyordu.
Bir gün kendisini yolda gördüm, evini öğrendim. Sonraki günde
ziyaretine gittim. Yaşantısını, kızı Kumru'nun izini bulabildi
mi, oğlanları İstanbul’da iş, yer edindi mi? Hepsini sordum.
Önce bana şöyle bir şey anlattı,
size de aktarayım:
“32 yaşında Ayşe adında bir kadın
varmış. Yakışıklı bir eşi varmış bu Ayşe’nin. Boylu
poslu, çakı gibi bir asker. Yüzbaşıymış Ayşe’nin kocası.
Çocukları yokmuş, ama mutlu bir evlilikleri varmış onların.
Her şey güzel giderken hayatlarında,
birden bire bir kaza sonucu Ayşe gözlerini kaybetmiş. Kocası onun
bu haline çok üzülüyormuş. Evde yalnız başına sıkılmasın
diye, karısını çalışmaya teşvik etmiş. Demiş ki; “Ben seni
her gün işine götürüp getireceğim. Yeter ki sen çalış, evde
oturdukça bunalıma girersin. Ayşe kabul etmiş bu teklifi, o da
can sıkıntısıyla kocasını üzmek istemiyormuş zira.
Bir süre beraberce gidip gelmişler
işe. Sonra kocası bir gün,”Artık sen yalnız git, bunu
başarabilirsin demiş. Nitekim Ayşe başarmış da. Otobüs
durağına kadar gidiyor, otobüsüne biniyor, sonra da otobüsten
inerek çalıştığı yere ulaşabiliyormuş.
Yine bir gün aynı otobüse binerken,
şoför “Sizi kıskanıyorum küçük hanım,” demiş.
Ayşe çok şaşırmış. Sebebini
sorunca şu cevabı almış.” Sizi kıskanıyorum, çünkü her
sabah arkanızdan genç yakışıklı bir subay otobüse biniyor,
bütün yol boyunca sevgiyle size bakıyor. Siz indikten sonra yeşil
ışıkta yolun karşısına geçmenizi bekliyor. Binaya
giriyorsunuz, arkanızdan öpücük yollayıp size sevgiyle el
sallıyor.”
İşte böyle, evlilik sevgiyle
yaşamaktır. İyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlık da.
Sevgi hiç eksilmemeli yuvanın penceresinden. Diyerek sözünü
noktaladı.
Nezahat teyze bu güzel öyküyü örnek
olarak anlattıktan sonra, kendi öyküsünü ilk kez anlatma arzusu
dolu olarak bana aktardı. Belki yalnızlığın getirisiydi bu
paylaşma özlemi. Onu anlayacağımı düşünerek, derdini ilk kez
dillendirdi.
“Benim evliliğimde baştan beri
sevgi yoktu. Zaten olsa, ayrılığı seçer miydim. Küçük yaşta
evlatlık olduğum ailenin rıza gösterdiği biriyle, görücü
usulü evlilik yaptım. Kocam yüzüne bakılan düzgün bir adamdı.
Nezaketli, kibar konuşan, temizliğe dikkat eden bir adamdı. Ne var
ki, o da beni sevmeden evlenmiş. Bekârlığında bir sevdiği
varmış. Ailesi onu istemeyince, ailesinin gönlü olsun diye
benimle evlenmiş. Ben de, o sevdiğinde bulduklarını göremeyince
içkiye başlamış.
Hiç mutlu olamadık, ama hep
birbirimizi anlamaya çalıştık. Bu anlayış çerçevesinde saygı
köprüsü kuruldu aramızda. Saygı olunca, sevgiyi aramaz olduk.
Birlikte mutsuz ömür sürmektense, ayrılıp mutlu olmayı denedik.
Aramızdaki o saygı köprüsünü yıkmadığımız içinde
boşanmadık.
O tek başına nasıl yaşar, ben nasıl
yaşarım Allah bilir. Çocuklarını arayıp sormadı. İçkisinden
vazgeçemediğinden, kölesi oldu. İçki onu çocuklarından
vazgeçirtti. Onların gözü önünde içkili olmaktan kaçınmaktı
gayesi. Kötü örnek olmamak için, kötü baba denilmesini tercih
etti.
Çocuklarım hiçbir zaman böyle
düşünmediler, ama etrafındaki insanlar bu yakıştırmayı
yapıyordu. Çocuklar küçük yaşta durumu anladı ve
kabullendiler. Babalarını içkili görmek istemediklerinden ve onu
bundan dolayı utandırmamak içinde hiç gitmediler yanına, onlarda
babalarını arayıp sormadılar böylece.
Şimdi çocuklarımın üçü de
İstanbul’dalar. Oğlanlar tekstil de iş buldular. Biri evlendi,
öteki evlenmek üzere. Kumru'mu soracak olursan, yıllarca izini
bulamamıştım. Kaçtığı çocukla sonra evlenmiş. İki çocukları
olmuş. Ama kocası Bursa gibi yerde işsiz, güçsüz kalınca
boşanmışlar. Kumru arlanıp Isparta’ya dönememiş çocuklarını
alıp İstanbul’a halalarının yanına gitmiş. İki halası
vardı. Halasının biri, orta yaşlı kayınbiraderiyle kızımı
tekrar evlendirmiş. Adam iyi çıkmış. Kızıma da, çocuklarına
da babalık ediyormuş. Mutluluğu bulmuş olarak beni aradı Kumru.
Kavuştuk yıllar sonra. Babası
görürse bir laf söyler, üzülürüm, üzerim diye Isparta’ya
gelmiyor. Ben ara sıra yanlarına gidip kalıyorum. Güzel bir evi,
iyi bir kocası. Saadet dolu yaşamları devam ediyor. Gözüm arkada
değil yani. Çok şükür kızım ilk başta yaptığı hatayı,
halalarını dinleyerek onarmış. Anasının kaderine çarpmamış.
Çocuklarımı iyi yetiştirdim.
Mutluyum. İki evim var. benden sonra onların. Bir sıkıntıya
düşerlerse, kurtarıcı olur bu ev onlara.”
Nezahat teyze, vakurlu, asil bir
hanımefendi. Hayatı sıkıntılı, ama şikâyetsiz yaşayan
biriydi. Son gördüğümde de bu asaleti üzerinde duruyor buldum.
Kocası Abdi geçtiğimiz yıllarda
belediye deki işinden emekli olmuş. Emekliliğinden sonra hepten
içkiye gömülmüş. Kısa bir süre sonra da bir apartmanın
beşinci katında, yalnız yaşadığı çatı dairesinde, yine
yalnız olarak ölmüştü.
Nezahat teyze, 45 yılı ayrı geçen,
50 yıllık evliliğinden kocasının ölümüyle gerçek mana da
dulluğa terfi etti. Dulluk aylığını da almadı, sanırım
kızının almasını münasip buldu. Kendisi sadece eşinin soyadını
hala taşıyan biri olarak kaldı.
Yalnız başına, yaşı geçmiş,
fakat çelik gibi sağlam olarak yaşamını sürdürüyor.
O bir Ispartalı, ama İstanbul
hanımefendisi edasında. Yıllar onun edebinden zerre götürmedi.
Zor günler, sevgisini bitirmedi. Hala hayatı ve insanları severek
yaşıyor. Yaşı gereği kızarmış sonbahar yaprakları üzerine
düşen olsa da, geriye dönük bakmadan güzel duygularla yaşıyor.
Yaşlanmak değil, yaşamaktır önemli
olan ilkesiyle yaşıyor. Onun hayatında keşkelere yer yok. Ama
zevk almadan hayatı yaşamaya çalışanlar, keşke onu örnek
alabilseler.
Bana anlattıklarında diyordu ki,
“Çocuklarımın babasının ölümüne üzüldüm. Beni her ölüm
etkiler. Tanımasam bile üzülürüm yitirilmiş ümitlere. Artık
hiç gerçekleşmeyecek ideallere, yaşanmamış sevgilere üzülürüm.
Bu yüzden korkarım yaşamı ertelemekten. Ne yapılması, ne
söylenmesi gerekiyorsa söylenmeli, yapılmalı. Seviyorsanız,
sevdiğinizi bu gün söyleyin. Sevdanızı bugün yaşayın. Yarın
çok geç olabilir. Her şeyi yaşamak için acele edin. Geriye dönüp
baktığınızda, keşkeler çoğunlukta olmasın.
İnsanlar yaşadıkça yaşlandığını
düşünür. Aslında insanlar yaşamadıkça yaşlanır. Sonralara
bıraktık mı her şeyi. Bir bakmışız, sona gelivermişiz.
Keşkeler ise zamanı geri almaya yaramıyor. Ben bu duygularla
yaşıyorum hayatımı.”
Acaba yüreğindeki dolu sevgi mi
kandırıyordu onu “Mutlusun” diye. Bir başına kalmış insan
nasıl mutlu olabilir ki, yoksa Nezahat teyzenin bana anlattıkları.
Yüreğinin gerçek sesi değil miydi? Kendi mutsuzluklarından kötü
örnek almayayım diye, bana mutluluk oyunu mu oynuyordu? Bunları
asla bilemeyeceğim. Çünkü dedim ya o bir hanımefendiydi.
Göründüğü gibi bilinmek ve öyle hatırlanmak isterdi. Yaşadığım
sürece onu değerleriyle hatırlayıp, özel insanlığını, fırsat
bulduğum her ortam da özenle konuşacağım.
Ayfer AYTAÇ – ayferaytac.com

Yorumlar
Yorum Gönder