Hırsızın da Onurlusu Vardır
Günümüzde mazlumun hakkını yiyerek
cebini doldurup, sonrada onurlu insanmış gibi yaşayan, erdemli
itibarı gören o kadar çok adam var ki; oysa her birinin
saygınlığı, parasının gücü kadardır. Paralarını
kaybettikleri zaman, foyaları ortaya çıkar. Hilekâr kişilerin
yalanları, yavanlıkları, paraları oranında gizlenir. Haydan
gelen parası, değişmez huyları nedeniyle Hu ya gidince; yani
Allah verdiklerini geri alınca, böylelerine gösterilen saygınlıkta
bitiverir.
Aktif gazetecilik yaptığım
önemlerdeki notlarım arasında, hırsızlık yaptığını apaçık
dile getiren ve Allah’ın bildiğini kuldan da saklamayan Hamdi Ağa
denilen bir zat vardır. Bugünkü hileli hırsızlara, o günkü
Hamdi ağayı örnek olsun diye anlatmak isterim.
O hırsızlığını kimseye
sezdirmeden başarıyla yapar, sonradan duyulduğunda mutlu olur,
kendisini kahraman gibi görürdü. Zira Hamdi ağa, onurlu bir
hırsızdı. Hırsızlık yaptığı bilinmez, duyulmazsa günahının
gizlenmiş olduğunu, iyi insan sanılmasının haksızlık olduğunu
düşünürdü. “Hırsızlık yapıyorsan, açıkça yapıyorum
diyeceksin. Başkalarının hakkı olanı çalıp da, çalmadım.
‘Alın terimle kazandım,’ diyorsa kişi, bilsin ki o cehennem
çerisidir “ diyordu.
Isparta’nın 1970’li yılları,
eski bir mahallede kerpiç evlerin bulunduğu bir sokağın
sakinlerindendi Hamdi Ağa… Harap evi, küçücük bir avluyla
sokağa bakardı. Avlusunda eşek ahırı bulunurdu. Hamdi Ağa’nın
evinin iki kapısı vardı. Biri sokağa açılan; ötekisi kendi
yatak odasından, arka bahçelere kaçılan bir kapıydı.
Odasındaki kapıyı hiç kimseler bilemezlerdi. Hamdi Ağa için bu
iki kapının da önemi çok büyüktü. Çünkü ayrı ayrı
amaçlarla kullanıyordu. Sokağa açılan kapıyı, evine normal
insanlar gibi gelip gittiğinde kullanıyordu. Arka bahçelere bakan
kapıyı, hırsızlık amacıyla evden çıkarken açıyordu.
Zira Hamdi Ağa profesyonel bir
hırsızdı. Hırsızlık bu kişide sanki yaşamın bir parçasıydı,
olmazsa olmazıydı. Herkesin mesleğini yaptığı gibi, işini çok
severek yapan insanlar gibi, Hamdi Ağa da hırsızlığı meslek
edinmiş ve benimsemişti. Kendisi hırsızlık yapamadığı günler,
esrar ya da eroin bulamamış bağımlılar gibi kriz nöbetine
girerdi. Hiç çalacak bir şey bulamadığında, eşeğine ot çalar
getirirdi. Gününü, devamlı çalacak bir şeyler aramakla
tüketirdi. 24 saatlik vakit içinde mutlaka bir kez olsun hırsızlık
yapmak isterdi. Asla kendini tutamaz, nefsine söz geçiremezdi.
Fakat Hamdi Ağa çok da onurlu bir adamdı, bedavadan biri bir şey
getirse” Asla emeksiz yemek yemem” deyip, almazdı. Ve meslek
edindiği hırsızlığa ne söz söyletir, ne de toz kondururdu.
Adeta hırsızlığıyla övünürdü.
Çünkü o hırsızlığı kimselerden gizlemeden yapıyordu. Fakat
hırsızlığı ne başkalarına tavsiye ederdi, ne de çalıp çırpan
başkalarını severdi. Bilhassa siyasilerin vergi adı altında
topladıkları halkın hakkını iç edişlerine küfürler düzerdi.
“Vebali çok büyük, çok ağır bir yük” diye yorumlardı
haksız kazanç olan hırsızlığı… Hırsızı ve hırsızlığı
katiyen sevmezdi, “Şerefli bir insan bir kuru ekmek yer, ama
hırsızlık yapmaz” derdi. Kendisi yaptığı zaman tatlı bir
dürtü, başkası yaptığı zaman çok çirkin, yüz kızartıcı
suçlardan sayardı.
Hamdi Ağa hırsızlığını büyük
bir titizlik ve dikkat içinde kimseye görünmeden, sezdirmeden
yapar, ardında hiçbir iz bırakmamaya özen gösterirdi. Zaten
profesyonelliği de buradan geliyordu. Her ne kadar hırsızlığının
bilinmesini istiyor olsa da, usulünün bilinmeme şeklinde olduğunu
belirtiyordu.
Şayet yaptığı hırsızlık kısa
zamanda bilinmemişse, kimselerce duyulmamışsa bundan çok büyük
rahatsızlık duyar; polisin acizliğinden, insanların kör ve sağır
olduklarından yakınırdı. “Allah’ın bildiğini, kul da öte
âlemde nasıl olsa öğrenecek. Bu dünya da öğrenirlerse
haklarını helâl etmeleri daha kolay olur.” Diyerek, bir de kul
hakkı üzerine helâlleşmenin önemini vurgulardı. V e Hamdi Ağa
bu kadar hırsızlık müptelası olmasına karşın, asla kendi
mahallesinin insanlarının bir toplu iğnesini bile çalmazdı.
Mahallesi onun için mahrem yerdi. Mahalle sakinlerinden kadına,
kıza yan gözle bakmaz; çocuklara asla incitici davranmazdı. Bu
yüzden olacak, komşuları Hamdi Ağa’yı çok sayar, severlerdi.
Ne zaman mahalleye hırsızlık soruşturması için bir polis gelse,
tüm mahalleliler ketum olurlar, Hamdi Ağa’yı ele vermezlerdi.
Gerçi polis çok iyi biliyordu şehirde
kimin iz bırakmamacasına titizlikle hırsızlık yaptığını;
şehirde ne zaman böyle bir hırsızlık olayı olsa polis ilk
olarak Hamdi Ağa’nın kapısını çalardı. Hamdi Ağa ne zaman
polisi karşısında görse, “Aman efendi oğlum, emin ol bu defa
ben bir şey yapmadım. Sen buraya zahmet edip boşuna geldin” der.
Biraz naz, biraz niyaz eder. Sonra bıyık altından gülümsemesiyle
suçunu itiraf ederdi. Tatbikat sırasında hırsızlığını bir
kahraman edasıyla anlatır, polisi yormazdı. Bazen de bunun aksi
olurdu. Eğer Hamdi Ağa şehirde bir hırsızlık yapmışta polis
bunun araştırmasını ağırdan alıyorsa, soruşturmada Hamdi
Ağa2dan şüphe duyulmuyorsa, Hamdi Ağa günlerce kahrolurdu. Hemen
birini bulur, cebine harçlığını koyarak onu ikna eder, sonra o
kişiyle polise haber ulaştırır, kendini ele verirdi. Çünkü o,
iş saydığı hırsızlığın faili meçhul kalmasını istemezdi.
O gizli kapaklı hırsızlık yaparak, hırsız da olsa; onursuz bir
insan olarak anılmak istemiyordu.
HAMDİ AĞA ÇALDIKLARIYLA HAYIR
HASENAT YAPMAZDI
Hamdi Ağa, çalıp
çırptıklarıyla çokça bir mal varlığı edinmişti. Zaman
içinde evini bile onartıp, üzerine bir kat daha çıkmıştı.
Ancak hırsızlıkla yığın yaptığı paralardan hiç kimseye bir
kuruş dahi yardım yapmazdı. Zekât, fitre vermezdi. “ İyi insan
olmanın başka yolları da var. Komşuya selam verip, hatır sormak
bile iyi insanlığa örnektir. Zaten haram olan maldan hayır mı
gelir ki, kula göstermelik için birine iyilik yapayım” derdi.
Kendi, bu dünyada suçlarının cezasını cezaevine girip
çıkmalarla ödediğini, ahirette de Allah’ın merhametine
sığınarak kurtulacağını umut ederdi.
Bir gün Hamdi Ağa yeni onardığı
evinin üst katını kiraya vermiş. Kiracısı PTT hat çavuşu
emeklisi Mehmet Efendi’yi akşam yemeğine davet etmişti. Yemekte
bol etli bulgur pilavı, turşu ve dövme pekmez vardı. Emekli hat
çavuşu Mehmet Efendi, bulgur pilavının içinde tutam tutam kıl
görünce, kaşığını aş tabağından geri çekti. Ev sahibi
Hamdi Ağa vaziyeti anlayınca “Mehmet Efendi kusura bakma, gece
yaptım bu işi. Erkecin kılını iyi yolamamışım, etine
karışmış. Ye, ye ürkme. Hayvanın anasıda, babası da kıllı
zahir ne yaparsın “ diyerek, misafirini sofraya ısındırmaya
çalışır. Fakat ne yapsa, yine de yediremez pilavı.
Hamdi Ağa’nın o güne kadar erkeç
çaldığını kimse ne duymuş, ne de görmüştü. Hat çavuşu
Mehmet Efendi, sofradaki etin hırsızlık olduğunu sanınca fazlaca
ürpermişti. Hamdi Ağa onu aydınlatmak için, askerlik anısını
anlatır gibi, nükteli bir dille detaya girdi. Erkeç çalmadığını,
hayvanın yolunu kaybedip kapısının önüne kendiliğinden
geldiğini anlattı. Kendince bu hırsızlık sayılmazdı, hırsızlık
olsa misafirine ikramda bulunmazdı. Hamdi Ağa elin malı demeden,
evine aldığı hayvanı kesip yemenin iç huzursuzluğunu dışa
vurduğundan rahatlamış olarak, kendisini hayretle dinleyen
kiracısına teşekkür bile etti. “Sağol Mehmet Efendi, sana
içimi boşalttım rahatladım. Sen de beni dinledin, eleştirmedin.
Şimdi çok huzurluyum” dedi.
Ertesi günde alt mahalleden geçerken
bir horozu eşelenirken görüp çaldı, yedi Hamdi Ağa. Alt mahalle
kendi mahallesi sayılmadığından oradan hırsızlık yapmakta bir
mahsur görmemişti. Ancak akşamın geç saatlerinde tüneğine
dönmeyen horozu aramaya çıkan alt mahalleli, feryat eder gibi,
ağıt yakar gibi, ağlamaklı bağırıp çağırmalarına yüreği
dayanamadı Hamdi Ağa’nın… Kapıya çıkıp az daha “Senin
horozu ben yedim” deyiverecekti. Üzülmüşlüğünden kahroldu,
hıçkırıklara gark oldu; bir türlü diyemedi. İtiraf sözcüğü
adeta ümüğüne düğümlendi. Oysa horoz sahibi kapısını çalıp
“Ey Hamdi Ağa, horozumu sen mi çaldın yoksa!” dese, belki de
kolayca suçunu söyleyiverecekti. Ama sormuyorlardı, zira ondan
böyle bir yanlışı ummuyorlardı.
Horoz sahibinden duyamadığı soruyu
Hamdi Ağa, yarım saat kadar sonra kapıya gelen polisten duydu.
Orta yaşlı polis memuru bütün ciddiyetiyle sordu. “Hamdi Ağa
horozu sen mi çaldın yoksa?”
Şu polisler ne gıcık adamlardı.
Şehir küçük olduğundan kısa sürede her duyumda Hamdi Ağa’nın
kapısına dikiliyorlardı. Bu Hamdi Ağa için hem sevindirici, hem
de üzüntü verici bir durumdu. Polislerin hırsızlığı kendinden
bilmesi sevindiriciydi elbet, yaptığı suç gizlide kalmıyordu.
Lakin daha hırsızlığın tadını çıkaramadan gelmeleri üzüntü
verici oluyordu. Bir düşünülmeli, bir ‘acaba’lar yaşanmalı,
sonra Hamdi Ağa sanılıp gelinmeliydi.
Sevinçle üzüntü ikileminde kalan
Hamdi Ağa, her zaman yaptığı gibi önce polislere “Yeminle ben
çalmadım polis efendiler, bu defa yanlış gelmişsiniz” dedi.
Ama polislerden biri, elindeki copu keyifle gösterircesine “Hamdi
Ağa, bizi yorma. Bak gece çok uzun, biz de seni bu gece çok
yorarız. Sabah hiç olmayacak sanırsın” deyince, Hamdi Ağa
mahzunca başını önüne eğip “Horoz benim evin avlusuna
kendiliğinden gelmiş. Sanki ‘hadi beni ye’ dercesine gözlerimin
içine bakıyordu zavallı. Haline dayanamadım, ayağıma gelen
kısmeti tepemedim polis efendi oğlum. Nasıl olduysa artık, bir
anda çekiverdim bıçağı, sonrası olan oldu. Midem biraz inince,
horozu defi hacetle tahliye edince, siz gelmeseydiniz, ben gelecektim
karakola” demesi yadırganmadı.
Horoz sahibi bu sözleri samimi buldu,
acıdı Hamdi Ağa’ya: “Benim horoz kendi çöplüğünün
dışında eşelenmeyi pek severdi. Ben Hamdi Ağa’nın doğruyu
söylediğine inanıyorum, şikâyetçi değilim. Yediyse helâl hoş
olsun. Zaten ben bu kaçak horozu kendim kesip Hamdi Ağa yesin diye
getirecektim. “Diyerek, Hamdi Ağa’yı polislerin götürmesine
müsaade etmedi.
Aynı akşam, vakit gece yarısıydı.
Hamdi Ağa’nın kiracısı emekli PTT hat çavuşu Mehmet Efendi
derin uykudaydı. Rüyasında, dağlarda telefon direkleri dikerken
görüyordu kendisini; çalıştığı günleri unutamadığından
olacak, bu haller sıklıkla rüyalarına girerdi. Mehmet Efendi
dalgın uykusundan büyük bir gürültüyle uyandı. “Deprem
oluyor” diye çığırarak, kendisini ak donuyla sokağa attı. O
anlarda iplik fabrikasının gece vardiyasından dönerken, o yoldan
geçen işçiler; yaşlı birinin ak donuyla acayipçe sokakta
döneleyip durduğunu görünce hemen içlerinden biri, en yakın
karakola koşup, polisi çağırıp “Mahallede deli var” deyip,
Mehmet Efendi’yi yakalatırlar.
Karakola götürülen hat çavuşu
Mehmet Efendi, ifadesinde olanı biteni detaylıca anlatır.
Kendisinin anlattıklarına gülerek açıklama getiren polislere,
“Peki deprem olmadıysa, benim yattığım odanın tavanındaki o
gürültü neydi, “diye sual eder. Polislerden biri olayı
araştırıp dönmüştür çoktan, mesele anlaşılır. Tarif edilen
tavan arasında yeni atılmış ıslak tahtalar ve dilmeler
bulunmuştur. Polis, hat çavuşu Mehmet Efendi’nin ev sahibi Hamdi
Ağa’yı bu işten sorumlu tutup, “Gel bakalım” deyip
götürdüler.
Mehmet Efendi’nin deli olmadığı
anlaşılıp, salıverilmiştir. Ama Hamdi Ağa birkaç gündür
yapmayı planladığı büyük hırsızlığı o gece
gerçekleştirdiği için, yakayı ele vermiştir. Sorgulama sonucu
şu gerçek ortaya çıkmıştır. Hamdi Ağa gece yarısı, en büyük
sırdaşı ve hırsızlıktaki yardımcısı olan eşeğinin
ayaklarına “Taş döşeme yollardan geçerken ses çıkarmasın”
diye keçe bağlayıp, yularını kısa tuttuktan sonra, karanlık
sokaklardan, karanlık bir tünelden geçer gibi görünmezliğe
karışıp, yeni yeni var olmaya çalışan apartmanların birinin,
büyük bir inşaatına varır. Buradan eşeğine taşıyabileceği
kadar, tahta ve dilme sarar. Yine gittiği sessizlikle evine döner.
Ve çaldığı tahta ve dilmeleri evinin tavan arasına atarak
saklamaya çalışır. BU işlemi defalarca yaptığından ve çalıntı
malı boşaltma sırasında tangırtı çıkarmasına mani
olamadığından; kiracısı Mehmet Efendi ne kadar dalgın uykuda
olsa da, rüya âleminde bulunsa da, deprem korkusuna kapılıp
uyanmış olur. Hat çavuşu Mehmet Efendi işin aslı anlaşılınca
serbest bırakılır, karakoldan ayrılırken kılları ağarmış
kaşlarını çatarak, Hamdi Ağa’ya şöyle bir kinayeli bakar.
Sonra da kükrer gibi: “Yarın evinden derhal taşınıyorum. Sen
burada kalacağına göre, anahtarı kime teslim edeyim?” der.
Hamdi Ağa bu soruya, şu cevabı verir. “Ben buradan bu defa
çıkacak gibi değilim. Evim senin evindir. Korkmadan, çekinmeden
rahatça oturasın. Ev sahipliği yapasın, koruyup, gözetesin.
”Mehmet Efendi bu teklife karşılık vermeden hızla çekip
giderken, Hamdi Ağa da, han bellediği mapus damına götürülür.
Hamdi Ağa’nın bu son hırsızlığı
olur. Cezaevinde yatarken, bir ince hastalıktan yakın geçmişte
öldü. O basın emekçilerine bile, masum tavırlarıyla kendini
sevdirmeyi başarmış, onurlu bir insan, ama hırsızdı. Bence o
bir kleptomani hastasıydı. Aynı zamanda yürekli bir insandı.
Hamdi Ağa’nın ölümü duyulunca,
kendisini sevenleri arasında büyük üzüntü yaşandı. Polislerin
neredeyse her gün kapısını çaldığı, hâkimin, savcının
birkaç güne bir karşısına alıp sigara ikram ettiği; sohbet
eder gibi ifadesini aldıkları Hamdi Ağa, sevabıyla, günahıyla
bu dünyadan göçmüştü.
Onun ölümünden sonra da nice
hırsızlar var oldu yeryüzünde, lakin hepsi de suçlarını
kabullenmeyecek kadar korkak ve hırsızlıklarını gizleyecek kadar
onursuzdular…
Ayfer AYTAÇ – ayferaytac.com

Yorumlar
Yorum Gönder